Caner Bakır

Co-director of GLODEM

Koç University International Relations Department

April 2015

 

Merkez Bankası Başkanları ve Siyasetçiler

Geçtiğimiz haftalarda Cumhurbaşkanı’nın Merkez Bankası Başkanı’na medya üzerinden söylediği “Vatanı satmak yüksek faizle kötü yönetimle emeği heba etmekle olur”, “Yüksek faiz vatana ihanettir”, “Bize karşı bağımsızlık mücadelesi veriyorsun da başka yerlere bağımlılığın mı var?” sözleri ekonomi gündeminin başına yerleşti.

Bu konuya iktisatçılar, kur-faiz-büyüme-merkez bankası bağımsızlığı temelinde yaklaştılar. Çok yanlış bir algıyla sadece iktisatçılara ait olduğu sanılan bu konuyu, ben politik ekonomi konusuyla ilgili bir siyaset bilimci olarak tarihsel kurumsal bir perspektifle ele alacağım. Bu kapsamda, başkanın siyasi baskılar karşısında bağımsız davranabilmesinin ardındaki yapısal ve kurumsal tamamlayıcıları ve kişisel faktörleri ve 1930’lu yıllardaki devlet adamı üslubuyla yakın zamanın ilginç bir karşılaştırmasını sunacağım.

Öncelikle şu tespiti yapmakta yarar var. Yakın zamandaki tartışmalar bize 2001 krizi sonrasındaki siyasetçi-merkez bankası başkanı ilişkilerinde 1950’den günümüze kadar geçen sürede, siyasetçilerin Merkez Bankası başkanlarını hükümete bağlı birer memur olarak görmeleri konusunda fazla bir mesafe kaydedemediklerini gösteriyor.

Geçmişte başbakanın sözlü ve hatta fiziki şiddetine maruz kalmış ve istifa ettirilmiş başkanların hazin hikâyeleri de var. Bugün o talihsiz noktaya gelmemiş olmamızın ve Başkanın bağımsız davranabilmesinin ardında birbirini tamamlayan yapısal ve kurumsal faktörlerin ve Başkan’ın kişiliğinde ifade bulan unsurların birbiriyle etkileşimi var.

Yapısal tamamlayıcıların başında; 1) uluslararası sermaye hareketlerinin serbest olması, yani spekülatif, üretken olmayan ve kısa vadeli paranın çıkış opsiyonunu kullanarak istifanın faturasını devalüasyonla siyasetçiye ödetebilecek olması riski ve 2) neoliberal paradigmaya göre şekillendirilen, hükümetten bağımsız merkez bankası fikrinin yaygın kabul görmesinin sağladığı düşünsel desteğin beslediği, ulusal ve uluslararası tepkiler geliyor. Bunlar bir yandan siyasetçinin söyleminin fiili uygulamaya dönmesini kısıtlarken, diğer yandan da başkanın siyasi baskılar karşısında direnebilmesine imkân veren yapısal tamamlayıcı unsurlar olarak karşımıza çıkıyor.

Kurumsal tamamlayıcıları ise formel (yasal) ve enformel (fikri) tamamlayıcılar olarak ikiye ayırabiliriz. Temel formel tamamlayıcı faktör, Merkez Bankası Yasasıdır. Yasa başkanın para politikası amaç, araç ve hedefini uygulamada siyasetçilerden talimat almamasını, atama ve görevden alma, görev suresi vb. konuları açıkça tanımlayarak, başkanın siyasal baskı karşısındaki yasal bağımsızlığını güçlendirmiştir. Ancak koşullar olgunlaştığında ilgili yasa maddelerinde bazı değişiklikleri yaparak, gelecekte benzer bir durumla karşılaşmamak için siyasetçinin yasal değişiklikleri gerçekleştirebileceğini hatırlamakta yarar var.

Enformel tamamlayıcı olarak ise, özellikle seçimler öncesinde kısa vadeli siyasi çıkarları takip eden siyasetçilerin karşısında, merkez bankası başkanlarının para politikasını uygulamada bağımsız olmaları fikrinin egemen paradigma olarak kabul görmesi geliyor.

Başkan özelinde bağımsızlığa imkân veren faktörler; başkanın görevini üst düzeyde bir profesyonellik, kurumsal ve ahlaki bilinçle yürütmedeki kararlılığı ve bağlı bulunduğu ekonomi bakanından aldığı güçlü siyasi destektir.

Bugünkü tartışmaları tarihsel bir perspektifin içine koymakta yarar var. 1930’lu yıllarda Merkez Bankası Başkanı ile Başbakan ilişkileri bugünkünden çok farklıydı. Merkez Bankası’nın ilk Başkanı Selahattin Çam’ın İdare Meclisi zabıtlarına geçen konuşmalarından yapılan aktarımla:

1938’de Selahattin Çam’ın İdare Meclisine bir açıklaması var: ‘Hatırlarsınız, Başvekil Paşa hazretleri geçen sene bizden bir talepte bulunmuştu’ diyor. Yani 1937’yi ve İsmet Paşa’yı kastediyor, çünkü 1938’de Celal Bayar Başvekil. Çam, ‘Hükümetin büyük bir kaynağa ihtiyacı vardı. Biz de bu kaynağın dengeleri bozacağını düşünüyorduk. Bunun üzerine beni [İsmet İnönü] boğazda bir motor gezisine davet etti’ diyor… Günün Başvekili, Merkez Bankası Genel Müdürü’nü boğazda teke tek motor gezisine davet ediyor. Yani [makamına çağırmıyor,] bir zarafet var. Birkaç saat sürüyor gezinti. İnönü, 150 milyon lira civarında bir kaynak istiyor ki, bu o günün bütçesinin yarısı veya üçte biri civarında. Bu kaynağa hükümetin ihtiyacı var. Selahattin Çam, ‘Başvekil Paşa hazretleri ikna oldular ki bu enflasyonist olacaktır, vazgeçtiler. Şimdi bu yıl da aynı durumla karşı karşıyayız… fakat benim geçen sene mütalâam ne ise yine aynı şekilde davranacağım’ diyor (24 Nisan 2006, yazar tarafından yapılan özel mülakat, Kaynak: Bakır, 2007, Merkezdeki Banka.s.134).

Siyasetçiler karşısında Cumhuriyetin ilk Merkez Bankası Başkanı, 21’nci başkandan çok daha uygun bir ortamda işini yapıyordu. Gelecekte yeni atanacak Başkanın son birkaç aydaki talihsiz gelişmeler nedeniyle, aşması gereken bir kredibilite sorunuyla karşı karşıya kalabileceğini de not etmekte fayda var.

Hem Türkiye’de hem de dünyanın pek çok ülkesinde geçmişte hükümetlerin seçim odaklı, kısa vadeci ve popülist harcamalarını merkez bankaları kanalıyla, açık finansmanla/kısa vadeli avansla karşılamalarının yol açtığı enflasyon, ekonomik, siyasi ve toplumsal tahribatlar yaratmıştı. Bu kapsamda 1990’lı yıllarda şekillenen ve 2008 küresel finansal krizi öncesine kadar geçen dönemde merkez bankalarının temel amacı, fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmek olarak tanımlandı. Bu amaca yönelik olarak kısa vadeli faiz oranlarını hükümetten bağımsız olarak belirlemeleri bekleniyordu. Ancak bu yaklaşımın çok kısıtlı olduğuna daha önce dikkat çekilmişti. Örneğin, “para politikası ile ilgili alınan kararların bölüşüm, işsizlik ve büyüme oranları ile cari denge açığı ve spekülatif aktif enflasyonu gibi ekonomideki kırılganlıklar üzerindeki etkilerine merkez bankası yöneticilerinin kayıtsız kalmaması gerektiği” (Bakır 2007: 197) vurgulanmış ve “Fiyat istikrarına odaklı para politikası uygulamaları finansal istikrar konusuna ilgisizliği mi beraberinde getirmektedir?“ (a.g.e., s.5) soruları sorulmuştu. Politik ekonomistler tarafından dile getirilen fikirler, merkez bankası uygulamalarında yansıma bulmadı. Hem Türkiye’de hem de dünyada en azından fiyat istikrarının yanında, finansal istikrara da önem verilmesi fikrinin kabul görmeye başlaması için bir Küresel Finansal Krizin çıkması gerekiyormuş. Gerçekten de ‘uygulanan para politikası finansal istikrara nasıl katkıda bulunur?’ konusu son birkaç yıldır hem merkez bankası başkanlarının hem de ekonomistlerin dilinden düşmüyor. Kuşkusuz krizler, aksayan mevcut paradigmaların sorgulanması ve yeniden gözden geçirilmeleri için fırsat pencerelerini açmada birebir. Kim bilir, belki para politikasının bölüşüm üzerine etkilerini de egemen söylem ve uygulamaların içine alacak fırsat pencereleri gelecekte açılır.

Merkez Bankası faizleri nasıl bir seyir izleyecek? Doların değer kazanmasının ABD’deki enflasyonist baskıları azaltması ve enflasyonun %2’lik hedef aralığına geri dönmesi, bana göre Fed’in faiz artırımını bu yıl gündemden çıkarttı. Önümüzdeki dönemde ise Türkiye’de faiz oranının, Türk lirasının ve ekonomik büyümenin seyrini her zaman olduğu gibi, yine sermaye hareketleri belirleyecek. 6 Haziran’daki Genel Seçim sonrasında nasıl bir ‘Yeni Türkiye’nin kurulacağı ile ilgili belirsizlik ve kaygı izleyen aylarda artacaktır. Kuşkusuz bunun pek çok makroekonomik ve finansal göstergeye yansıması olacaktır.